Hassas olmak başka, hissetmek yine başkadır; biri ruh işidir, öteki ise kafa işi. İnsan derinden hisseder, ama ifade edemeyebilir."
Denis Diderot
Kişi, oyuncu olmak için organik bir iç teknik ile birlikte bedenini bir enstruman gibi kullanmanın gerekli olduğuna inanıyorsa; seyirciye etkili bir biçimde yönelebilmek için karakterinin en iyi niteliklerini bir etik duyarlılıkla vermesi gerektiğinin bilincindeyse, önce kendine şu soruyu sormalıdır: "Nerden başlamam gerekiyor?"
Birinci adım, kendi kimliğini öğrenmesidir. Oyuncu adayı, önce kendi kimliğinin bilincine varmalı, bunu derinlemesine incelemeli ve sonra da sahne üzerinde canlandıracağı role ne gibi katkılarda bulunabileceğini bilmelidir. Kişinin genellikle yaptığı en büyük yanlış: kendi özelliklerine ve deneyimlerine dayanarak bir araştırmaya gitmek yerine, sahnede gördüğü usta bir oyuncuyu taklit etmesidir. Oyuncu adayı ya da oyuncu çok iyi bildiği ve sahnede defalarca gördüğü bir oyun karakterini başka bir oyuncunun damgasıyla değil, onun bir insan olduğunu düşünerek canlandırmalıdır.
Kötü geleneksel oyunculuk anlayışı yüzünden çağdaş seyirciler için tarihin derinliklerine gömülen klasik oyunları düşünün. Bütün saraylı kadınlar bale dansçıları gibi mi yürümeliler? Mızrak tutan askerler kartondan figürler gibi dik mi durmalılar? Krallar ve kraliçeler kötü opera şarkıcıları gibi mi tonlamalılar? Bu oyunlardaki gerçek insani boyutlara ne olmuştur? Şu olmuştur: konfeksiyon kalıpları gibi, durmadan birbirini taklit ederek kullanılan yapay biçimler yüzünden yitip gitmişlerdir. Neden genellikle ahçılar şişman, dilenciler sıskadır? Faşist ruhlu bir insan hep köpek gibi mi havlıyarak konuşur? Başkalarını taklitle ya da ustadan çırağa geçen klişelerle gerçek insanı ve insani olanı nasıl yakalıyabiliriz?
Bunun tek çıkar yolu: oyuncunun kendi kimliğinin bilinci içinde, oyun karakterinin insani yanını zayıf ve güçlü yanlarıyla yakalamasıdır. Günlük yaşamımızda sıradışı olandan çok sıradan şeylerle ilgileniriz, bu da kendi kimliğimizi keşfetmemiz olanağını kısıtlar ve giderek kendimizi araştırmamız daha önemsiz olmaya başlar. Bu da davranışlarımızı kısır bir döngü içine çekerek kendi imgemizi kalıplar, sınırlar ve fantazimizi yokeder.
Genellikle, insanların günlük yaşamdaki gerçeklik duygusu sınırlıdır. Günlük yaşamımızda bizi zorlamayan, kolayımıza gelen davranışları yeğlediğimiz gibi, çoğu kez bu sıradanlığı farkında olmadan sahneye taşırız. Ama arada olağanüstü bir olay görünce de, "bunu sahnede görsem gözlerime inanmazdım," ya da kendimiz sıradışı bir şey yaptığımızda, "bunu sahnede yapsaydım kimseyi inandıramazdım," gibi sözler sarfederiz. Sanki bunlar gerçekliğin ta kendisi değildir!
Kendi kimliğini araştırmayan çoğu insan, herhangi bir durum içinde, o insan olduğunu düşündüğünde, çoğu kez gerçekte o insan olmayabilir; başka deyişle, o durumda iç imgesi, dışa yansıttğı dış imgesinden farklı olabilir. Sevinçli olduğu bir gün, kendisini çok sempatik, anlayışlı, doğru bir yaklaşım içinde olduğunu düşünebilir; ama bu başkalarının gözünde çok daha farklı olabilir. Kısacası, bir insanın kendine yakıştırdığı iç imge, eğer iyice araştırılmamışsa, başkalarının gözünde daha değişik bir görünüm getirebilir.
Kimliğini doğru dürüst araştırmamış olan bir oyuncu, kendine yakıştırdığı iç imgesini giderek kalıplar ve yalnızca belli rolleri oynayabileceğine kendini inandırır. Oysa oyuncu, kendini çok iyi tanıyorsa, her rolü oynayabileceğini bilir. Oyuncu kendi kimliğini tanımada ne kadar çok yol almışsa, oyun karakterlerini canlandırmadaki çeşitliliği ve renkleri de o kadar çok kazanmış olur. Bir oyuncu kendini ne kadar çok keşfederse, kendindeki kaynakların o kadar çok olduğunun bilincine varır.
Hepimiz yaşamımızda çeşitli roller oynarız. Sanat çevresi içinde yapılan bir kokteyldeki davranışlarımız başka, yakın ve samimi dostlar arasındaki davranışlarımız daha başkadır. Her iki durumda tavrımız, konuşmamız ve doğal olarak imgemiz farklıdır.
Diyelim ki, oturmuş bir mektup yazıyorsunuz. Kapı zili çalar. İmgeniz beklediğiniz kişiye göre değişir: gelen, tiyatrodan canciğer bir meslektaşınız olabilir, hemşeriniz, postacı ya da ailenizden biri olabilir. Bunların her biri için birbirinden farklı bir siz olursunuz. Önceki ve o andaki koşullar değişik bir siz 'i getirir: iyi bir gece mi, yoksa kötü bir gece mi geçirdiniz; hava çok mu soğuk, yoksa çok mu sıcak; ortalık dağınık mı, yoksa düzgün mü? Hatta giydiğiniz giysi bile bunda rol oynar. Gelen kimseye göre, tavrınız değişir: inatçı, hoşgörülü, sıkıcı, candan, cesur ya da korkak davranabilirsiniz. Hatta bizde olmasını istemediğimiz, utangaçlık, bencillik, aç gözlülük, haset, panik, denetimsizlik, budalalık vb. gibi, bazı zaaflarımızı da kabul etmek suretiyle kimliğimiz üzerindeki bilgimizi genişletmeli ve bunların nedenlerini ve sonuçlarını araştırmalııyız. Daha da önemlisi, gereksinmelerimizi anlayıp duygularımızı tanımlıyabilmek ve bunları davranışlarımıza bağlıyabilmek için kendi üzerimizde sürekli bir gözlemci olmalıyız.
Diyelim ki, otobüste şöförle kırıcı bir tartışmaya girdik, genelde nasıl hissettiğimizi biliriz, ama nasıl davrandığımızın nadiren farkederiz. Hele ayrıntıları hiç anımsamayız. Rol gereği budala bir insanı oynuyorsak, budala olmadığımızı düşünerek kendimizi kullanmayız. Ve bu yanlış tutum içinde, o karakteri yalnızca göstermeyi kurarız. Oysa bir bebeğin yarım konuşmasıyla ve naiv hareketlerle bir köpeği severken, bir budala gibi davranırız. Ne kadar akıllı ya da zeki olursak olalım, her insanda şöyle ya da böyle saf ve budala bir yan vardır. Öyleyse, rol gereği canlandıracağımız o budala karakteri kendi saf ve budala yanımızı da katarak renklendirmeliyiz. Ne kadar zeki olursak olalım, bizim bilmediğimiz bilgilere sahip olan bir insan - örneğin bir uzay fizikçisi ya da quantum fiziğinden söz eden bir bilim adamı - karşısında kendimizi bir budala gibi hissedebiliriz. Sarhoş biri, haklı olduğumuz halde, kendini haklı gibi gösterince, ne kadar liberal düşünceli ve hümanist olursak olalım, ona karşı üstünlüğümüzü kanıtlamak için onun gibi davranmaktan kendimizi alamayız. Günlük yaşamlarında cesur kadınların bir fare görünce ne kadar korktuklarını da unutmayalım.
Sizin gerçekten kim olduğunuzu sürekli olarak araştırıp kendi hakkınızda daha fazla şey öğrenmeniz, özelliklerinizin davranışlarınızı nasıl sonuçlandırdığının bilincine varmanız, bir oyuncu olarak bir rolü nasıl ortaya çıkaracağınız konusunda en iyi rehber olacaktır.
Oyunculuk eğitimi alan gençlerde, hatta bazı genç ve yaşlı profesyonel oyuncularda görüldüğü gibi, sahnede bir karakteri canlandırmada kaynaklardan birinin de kendileri olduğu düşüncesi, onlarca kuşkuyla karşılanan henüz yeni bir yöneliştir. Bundan bir süre önce çalıştırdığım bir profesyonel oyuncu, canlandıracağı rolün sıradan bir kişiyi yansıttığını, bunun için de onun role getireceği hiçbir özellik olmadığını belirtmişti. Çünkü onun anladığı oyunculuk, kendinden ötede, bir maske ardında kendini saklıyacağı bir şeydi. Ona göre, karaktere uygun giysi ne kadar günlük giysiden uzak olursa, ne kadar tarihsel ve yöresel farklılıklar varsa, bir oyuncu için rolün oynanabilirliği de o kadar fazlaydı: o, böyle sanıyordu. Başka deyişle, rol, onun yaşamından yüzlerce mil ötedeyse, ondan farklıysa oynanacak bir şey oluyordu. Oysa bu oyuncunun kendi kimliği üzerinde çok az bilgisi vardı ve onun için de bu rolü ortaya çıkarırken kendini kullanmasını bilmiyordu. Bu yüzden de role katacağı bir şey olmadığına inanıyordu. Onun anlayışı içindeki oyunculuk bir maske takıp kendini saklamaktı. Bir maske ardına saklanarak kendini gömmek, sadece yanlış bir anlayıştan kaynaklanmaz, aynı zamanda oyuncunun kendine olan güvensizliğini gösterir. Bu, oyuncunun, kendinin sıkıcı, ama oyun kişisinin seyirci için yeterince ilgi çekici olduğunu sanmasından da kaynaklanabilir.
Bir oyuncunun, içgüdüleri ve spontan hareketleri güçlü olan hayvanları inceliyerek geliştireceği sezgi dünyası da onu mekanik hareketlerden uzaklaştırarak tepkisel- organik, yani inandırıcı hareketlere yöneltecektir. O zaman, daha önceki, sıkıcı olduğunuz düşüncesini bir kenara bırakarak sıkıcı olanın aksiyon içindeki siz değil, bir işin mekanik bir biçimde gerçekleştirilmesi olduğunu anlıyacaksınız.
Şöyle bir soru akla gelebilir: "Eğer ben kendimi de role katarsam, her rolde kendim olmaz mıyım?" Her rolde aynı olan bir karakter oyuncusunun, kendini değil, daha önceki deneyimlerinden öğrendiği birkaç sahne hilesini kullandığını söyliyebiliriz. Çeşitli rollerde birbirinden farklı kompozisyonlar getiren büyük oyuncular, o rollerde hep kendilerinin bir başka özelliğini hissederler ve onu kullanırlar. Oyundaki durum ve atmosfer içinde (eğer kendini çok iyi tanıyorsa ve kendi kimliğinin bilincindeyse) oyuncu, o karakterde kendinden bir parça bulacaktır.
Ünlü sinema oyuncusu Ingrid Bergman bir söyleşide, Ziyaret adlı senaryoda içi intikam duygusuyla dolu bir kadını canlandırdığını, ama intikam duygusunun kendi kişiliğinin bir parçası olmadığını belirtmişti. Bu onun kendini denetlediği özel yaşamı için ne kadar doğal ve doğruysa, çocukluğunun ya da gençliğinin bir bölümünde bu duyguyu duymuş olması da o kadar doğru ve doğaldır.Bu intikam duygusunun, Ziyaret 'teki kadın gibi sonuçlandırılamamış olması önemli değildir, ama bu duygunun yaşanmış olması önemlidir. Cam Biblolar' daki Laura'yı canlandıracak olan dışa dönük ve neşeli bir oyuncu, "Ama ben hiç utangaç olmadım ki," diyebilir. Oysa o, yaşamının bir ya da birçok anında utangaçlık duygusunu tatmıştır. Örneğin, ergenlik çağında, ilk kez dansettiği birine karşı ya da herhangi birine - belki de yüzündeki sivilceler yüzünden - utangaçlık duygusunu mutlaka tatmıştır.
Bir insanın kimliği ve kendi üzerindeki bilgisi, o kişinin sahne üzerinde canlandıracağı karakteri başarılı bir biçimde yaratmada temel kaynaklarıdır. Herkes, özellikle onsekiz yaşından itibaren, tüm yaşadığı yıllar boyunca her türlü duygu deneyimini geçirir. İnsan yaşlandıkça bu duyguların daha iyi bilincine varır. Kendimizi bilmek için mutlaka Freud, Jung, Adler ya da Reich gibi yazarlara dalmamız gerekmez. Kendimizi tanımak için kendimize ve başkalarına ilgi duymamız yeterlidir.
İnsanın kendini ve kendini ifade etmede sınırlayan başka bir etki alanı da içinde yaşadığı toplumdur; bu, özellikle de o toplumun orta sınıfındır. Ülkemizin çoğu kesiminde içten ve spontan duygular engellenir: "Bu kadar yüksek sesle gülmek ayıptır", "Herkesin önünde beni kucaklama", "Erkek ağlamaz", "Bağırıp çağırma", gibi kalıplar, içtenliği ve anlık duyguları yokeder. Böyle bir kontrollü (!) ortamda yetişen insan da sahneye çıktığında kendini kolay kolay özgür hissedemez.
Oyuncunun kendi kimliğini bulmasında tarihsel kimliği de rol oynar. Toplumumuz tarihsel kimliği konusunda yeterince duyarlı değildir. Tarihi yapılar kundaklanır, eşyaları haraç-mezat satılır; örneğin güzelim bahçeli bir ahşap köşk çirkin betonarme yapılar için yakılır, yıkılır; ya da tarihi bir saray, lüks bir otel için feda edilir, eşyaları çürümeye bırakılır. Töreler, moda, toplumsal gereksinmeler, mimarlık, siyaset - bunların hepsi gelir geçer; ama yüzyıllar boyunca insanlar, bizler gibi hissetmiş, düşünmüş soluk almış, yemek yemiş, uyumuş, sevmiş, nefret etmiştir. Bir oyuncunun bunların bilincinde olması önemlidir. Sahne üzerinde tarihin bir kesiti içindeki karakterin canlandırılması gerekiyorsa, oyuncunun şu kadar yüzyıl öncesindeki yaşamı hissetmesi gerekir.
Ama bugüne ayak uydurun! Aya yolculuk yapın! Geleceği hayal edin!
Büyük ustaların resimlerine baktığınızda, onlara sadece bakmakla yetinmeyin, kendinizi de o resmin içinde hissedin!
Oyuncu, sıradan insanlar gibi davranmaktan vazgeçmelidir. Sanatçı sıradışıdır. Sıradışı olamazsanız vasat biri olursunuz. Vasat olanlar ise sanat yapamazlar! Çünkü sanatta vasat diye bir şey yoktur!